Tatlı ekşi dölüyle beni doyuran ve hatta sarhoş eden aletini ve toplarını ağzımla, dilimle tertemiz yaptım. Hâlâ dizlerimin üzerinde yatağın kenarında Mert’e, kusursuz vücuduna ve güzel suratına hayran hayran bakarken…
Beni kaldırıp yerden, yanına yatırsa ve sarılsa… Nefes nefese inip kalkan enfes çıplak göğsüne dayasam yanağımı… Diye bekledim durdum. Ama tık yok… Orgazm sarhoşu… Kedi gibi, mutlu yatıyor gözleri kapalı.
Ersin’le aynı yaştalar. Ama Ersin yaşından beş yaş büyük her bakımdan. Mert ise yaşından beş yaş küçük. Biraz sonra kendine geldi ancak… Son sınavlar, baskette finaller filan saçma sapan bir şeyler anlatmaya başlayınca… Ulan amcık, tamam ilk dönemin son sınavları geliyor doğru da… Kasım ayında ne basketbol finalleri amınakoyum.
İbneyiz diye, salak yerine koymak zorunda mısın? Tahminim *çok meşgulüm* havasında, beni başından savmaya çalışıyor. Hep dediğim gibi; boşaldıktan sonra ilgisizleşen erkek, nefret ben de… Hemen kalktım. Üstümü giydim.
*“Hadi ben gidiyim, sen keyfine bak”* dedim ağlamak üzere olan ama kendini zor tutan biri olaraktan.
Ulan piçe kimseye bu kadar isteyerek çekmediğim gırtlak sakso muamelesini boğulmayı göze alaraktan icra ettim. Bir çay bardağı boşalttım. Hepsini yalayıp yuttum. Zevkten, nefes nefese kaldı. Beş dakika kendine gelemedi… Ondan sonra öpmeyi, sarılmayı da geçtik. Dokunmadı bile bana. Bir de salak yerine koyuyor…
*“Boş olduğumda çağırırım yine seni”* dedi beni kapıdan geçirirken. Öyle sinirli baktım, orgazm parlaması yaşayan gözlerine. Anladı mı bilmem tabi, ilkokul çocuğu zekâsıyla…
Bir şey demeden gittim. Özgüvene bak yaaa!!! *Boş olduğunda, çağırırmış*… Site bahçesinde beslediği köpek yavrusuyum sanki. Alıp sevecek, besleyecek, hevesi geçince salacak tekrardan bahçeye… Üstelik, sevmedi bile beni. Ama besleme konusunda hakkını yememek gerek. Dölü gerçekten bereketli ve çok da lezzetliydi.
Tamam peki köpeğin de olurum ama o zaman gece beni koynunda uyutacaksın, sokağa salmak yok… Gördüğünüz gibi, ilk aşkım olması hasebiyle bir çözüm aramaktayım ve olayların iyi tarafını da görme umudundayım… Bardağın dolu tarafı misali.
O kadar hevesle başlayan buluşmamız kısa sürede tükeniverdi ve ben eve döndüm. Annem bile daha gelmemiş. Buzdolabının üstündeki bıraktığım notu alıp yırttım. İnstada Mert için açtığım utanç vesilesi hesabı da, işlevini tamamlaması gerekçesiyle kalıcı olarak sildim, kapadım. Artık ne deniyorsa.
Nasıl olsa telefon numaramı biliyor. Keyfi olursa yazar. Ama ben gider miyim acaba? Bakalım, bilemiyorum…
Ağzımda Mert’in erkek hoşafının tadı… Onun verdiği güçle, ders çalışmaya oturdum. Bu kadar çalışırsam Nobel ödülü alabilirim. İleride yapmayı planladığım, konusu *yarak ve anatomisi* konulu bilimsel çalışmamla…
Akşam yemeğinde babam benimle yine hiç konuşmadı ve göz teması da kurmadı. Aklı sıra beni cezalandırıyor. Çok sikimeydi. Konuşsa zaten, tek konusu fenerbahçe… Benim futbolla hiç bir ilgim yok. İlgilendiğim tek top, Ersin’in yarağının başındaki top… Bu çocuktan da neden hiç haber çıkmıyor, çıldıracak kadar meraktayım.
¨¨¨¨¨
Ertesi gün, bu defa geç gittim okula. Tuvalette, koridorda orda burda saklanarak zaman geçirdim. Tam öğretmen sınıfa girerken, onun önünden giriverdim… Zira, bu Fırat denilen ama benim kutup ayısı olarak isimlendirdiğim hayvandan korkuyorum.
Bileğimi koparacaktı dün nerdeyse. Hâlâ acıyor ama neyse ki azıcık morartıyla kurtardık. Oturunca yerime, bana bakmaya başladı yine. Ne istiyor bu manyak benden ya?
*“Bahçeye çıkıcam”* dedim teneffüs olunca. İzin istemeden çıkamıyoruz sınıftan, tevbe yarabbim. Ne zaman neye kızacağı da belli değil. Ters ters bakıp,
*“Otur lan oturduğun yere, buz gibi havada çıkamam şimdi dışarı.”*
*“Abi, sen çıkma, ben çıkıcam zaten.”*
*“Benle doğru konuş demedim mi lan ben sana. Sikerim götünü, otur dedim otur amcık!!!”*
Oha! Küfür dağarcığını da giderek çeşitlendirip zenginleştiriyor… Oturduk mecburen… Diğer teneffüsler de bulaşmasın bana diye kalkmadım yerimden. Çişim geldi, onunla muhatap olmamak için tuvalete bile gitmedim. Son zil çalınca, çantamı topladım gidiyordum.
*“Nereye gidiyorsun”* dedi gardiyan.
*“Eve gidiyorum abi, nereye gidicem.”*
“*Bekle.*”
Çok sinirli bana bakıyor. Ulan bütün gün ne dediyse yaptık, çişe bile gitmedik, yine niye sinirleniyor anlamıyorum ki… Sınıfın boşalmasını bekliyormuş, yakama yapıştı. Vurucakmış gibi hızla yaklaştırıp koca kafasını, limitte durup gözlerini dikti gözlerime…
*“Dün dememiş miydin okul çıkışı yarın yürüsek diye!!!”*
Ne diyor bu sapık ya… Unuttum gitti ben onu… O niye unutmuyor ki… Neyse, şimdi koca kafasını yiyip suratımın dağılmasını istemediğimden, yine göt yalamaktan başka çaremiz yok.
*“Abi, kusura bakma unutmuşum. Tamam, özür dilerim, yürüyelim tabi.”*
İki elimi birleştirip, parmaklarımın uçlarını çenemin altına değdirerek… Özür pozisyonunda yani, bütün yalakalığımla söyledim bunları. Çıktık okuldan, bizim eve doğru yürümeye başladık. Hiç konuşmadan bizim sitenin önüne kadar geldik. Bir şey söylemeye korktuğumdan bekliyorum öylece.
*“Konuşmamız gerek”* dedi sakince. On dakikadır yürüyoruz konuşsaydın ya.
*“Abi, eve geldik yarın konuşsak”* dedim gayet kısık sesle. Baktım yine gözleri dönmeye başladı. Küfür saydırmaya hazırlanıyor.
*“Tamam sakin… Gel abi, bizim sitenin bahçesinde konuşuruz. Ama benim önce eve uğrayıp anneme haber vermem gerek.”* Onu hep oturduğum sote yerdeki banka götürdüm. Ben de eve gidip,
*“Bahçede arkadaşlar var yanlarına gidiyorum anne, belki basket oynarız. Telefonum açık ara istediğin zaman”* dedim.
Ne bugüne kadar basket oynamışlığım var ne de öyle arkadaşlarım filan oldu ama annem inandı ya da inanmak istedi söylediklerime. Cevabını beklemeden, çantamı bırakıp sabahtan beri tuttuğum çişimi yaptıktan sonra, indim bahçeye.
*“Seni dinliyorum abi, can kulağıyla”* gayet canlı bir ifadeyle konuştum.
Zira patlamak üzereydim, çişimi yapınca bir canlılık geldi bana. Montumu sıyırıp, dün neredeyse koparacağı bileğime baktı.
*“Çok ince bileklerin.”*
Bu ne şimdi? Anatomik incelemeye mi başladık. Aç sikine de bakayım, demez umarım… Görseydi, *bu da çok küçükmüş*, derdi muhtemelen…
*“Dün canın yandı mı çok”* dedi üzgün bir ses tonuyla.
Bu ayı ciddi mi, yoksa benim ağzımım mı arıyor? Ters bir şey söyliycem, fırsat bilip girişecek bir yerime yine, hazır tenhadayız.
*“Evet”* dedim sadece, ihtiyatlı bir ses tonuyla…
*“Bak ben biraz… Yani biraz değil çok sinirliyim. Bazen ne yaptığımı, ne dediğimi bilmiyorum. Aslında böyle biri değildim. Zengin bir aileydik, daha doğrusu öyle olduğumuzu zannediyormuşuz. İki ay önce babam trafik kazasında öldü… Bize sadece borçlarını bırakmış. Ben ve annem sik gibi kaldık ortada. Ben de böyle oldum işte.”*
İnsan annesiyle, *sik*, kelimesini aynı cümlede kullanmamalı diye düşündüm ben. Anlattığı şeylerin benimle ne ilgisi varsa, aile sorunlarıyla kafamı sikicek bu gün anlaşılan. Sustu bana bakıyor mahzun… Bir şey söylememi mi bekliyor acaba?
*“Başınız sağ olsun… Ben de bir şeye kafanın bozuk olduğunu anlamıştım zaten. Yani… Kızma sakın ama nefes alsam kızıyorsun be abi.”* Söylediklerime pek aldırmadı, anlatmaya devam etti…
*“Çok iyi bir okula gidiyordum ama ücreti de en pahalı okul. İki ay zor dayandılar, taksidi alamayınca siktiri çektiler. Dönem ortasında, geldik sizin okula işte. Bir yığın arkadaşım vardı. Artık hiç biri aramıyor. Ben arasam kimi dersler çok yoğun diyor buluşmuyor benimle, kimisi hiç telefonu açmıyor. Anlıyacağın çok yalnızım… Seninle arkadaş olmak istiyorum.”*
Anlamıştım bu işin böyle saçma sapan bir yere gideceğini. Yoksa ne diye anlatsın aile özellerini bana. Beni dişine göre buldu, kendini acındırıp arkadaş olacak… Ondan sonra, sinirlendikçe basacak küfürü ya da oramı buramı kerpetelenliyecek… Hayata olan hıncını, sinirini benden çıkaracak sadist manyak. Bunları yapmasa bile, ben arkadaşlık filan bu işlerden anlamam ki hiç… Ne demem gerek şimdi acaba?
*“Abi ben sana arkadaşlık için pek uygun biri değilim sanırım”* deyiverdim şaşkınca ve açıkça…
*“Sen bana neden abi diyip duruyorsun lan göt… Aynı sınıftayız sonuçta!!!”* Sabahtan beri *abi* diyorum şimdi patlayacağı tuttu. Dengesiz kutup ayısı…
*“Ben saygı ifadesi olarak şeyetmiştim… Kızıyorsan söylemem ab…”* Ayy, nerdeyse yine *abi* diyecektim.
*“Abi deme bana, artık arkadaşız seninle Berk”* dedi mutlu bir havada. Bir sakin ruh hâlinde… Birden sinirli moda atlayıp küfürler ediyo… *Teşhis*; ileri düzey şizofreni… *Tedavi*; idam cezası…
O fizik bende olsa ben de kendi kararlarımı kendim alırım. İtiraz edenin de ağzına burnuna girişirim… Kendi karar verdi *arkadaş* olmamıza, kendi mutluluğunu da kendi kendine yaşaması doğal sonuçta. ,
Bu şizofren herif, koca İstanbul’da bizim okulu, koca bizim okulda bizim sınıfı, koca bizim sınıfta da benim yanımı nerden buldu amını sikiyim ya… Yanıma oturttuğu için, müdüre de oturturdum bir küfür ama ben büyüklere karşı saygılıyımdır. Bazen babama kızınca, daha doğrusu o bana kızıp dövünce filan, ağzımdan kaçıyor ama tabi içimden yani…
İti an, çomağına hazırlan. Annem arıyor. Gerçi burda *çomak* babam oluyor heralde ama neyse… Teşbihde hata olmaz.
*“Efendim annecim.”* dedim tüm yağcılığımla.
*“Bahçede misin?”* dedi kontrolcü bir ses tonuyla.
*“Evet anne… Emrettiğin gibi bahçede oynuyorum.”*
*“Kimlesin?”* Neden bu kadar üstüne geldi olayın acaba?
*“Okuldan bir arkadaşımlayım, sohbet ediyoruz anne… Yani basket oynadık önce, yorulunca oturduk.”* dedim endişeli.
*“Nerde oturuyorsunuz söyle bakıyım.”*
Bir şeyden kuşkulanmış annem. Yoksa böyle davranmaz o hiç. Kafam pek çalışmaz ama öngörülerim kuvvetlidir. Fırat’ı kolundan tutup çektim hemen. Bu sote yerde görürse bizi bir bok yiyoruz zannedebilir, bu kutup ayısı görünümlü herifle. İnsanların olduğu kalabalık bir yere doğru giderken anneme cevap verdim,
*“Havuzun ordaki banklardayız anne.”*
Hemen bir banka oturttum Fırat’ı… Ne çabuk. Annem uzaktan göründü. Ayağa kalktım, Fırat şaşırdı o da ayağa kalktı… Annem Fırat’a şaşkın biraz da kızgın bakmaya başladı. Anladım tabi, herif 20 yaşından bile büyük gözüktüğünden annem yalan söylediğimi zannetti.
*“Bu mu senin sınıf arkadaşın?”* dedi sinirli bir ses tonuyla. Neyse ki Fırat göründüğü kadar andaval değilmiş.
*“Efendim ben yeni geldim Berk’lerin okuluna ve sınıfına. Müdür bey uzaktan ailemizin akrabası olur da, sağ olsun okulun en çalışkanı diye beni Berk’in yanına oturttu. Üç günden beri arkadaşız yani. Adım Fırat, müdür beye de sorabilirsiniz efendim. Verin elinizi öpeyim”* dedi gayet ciddi ve kendinden emin bir tavırla.
Annem el öptürmeye bayılır. Biraz daha dikkatli bakınca bebek suratlı ve yavru ağızlı olduğunu da gördü ve inandı Fırat’a. Elini uzattı yanağına ama boyu yetişmedi, Fırat eğilince yanağını okşadı…
*“Çok temiz suratlısın da oğlum… Uzaktan o kadar iri yarı görünce yaşını büyük sanıp Berk’in yalan söylediğini zannettim, kusura bakma”* Adımız çıkmış ona, inmez dokuza. Öyle miydi o lâf?
*“Estafurullah efendim… Bütün anneler çocuklarına karşı böyle koruyucu ve ilgili olsalar keşke. Berk’i çok sevmiştim. Sizi tanıyınca nedenini anladım. Ne de olsa sizin gibi bir annenin oğlu…”*
Bu Fırat bildiğin profesyonel dolandırıcı çıktı. Ayak üstünde seksen bin fersah puşt… Bu kadar nazik ve nazenin biriydi de… Bana niye manda gibi davranıyor acaba? Annem övülmeye hele anneliğiyle iligili, bayılır. Yüzünde güller açmaya başladı bile.
*“Acıkmışsınızdır, gelin yukarı size yemek hazırlayayım”* dedi. Ben hemen araya girdim.
*“Teşekkürler annecim ama Fırat’ı da annesi çağırdı biraz önce gitmesi gerekiyormuş.”*
*“Berk demin mesajlara bakmıştım ya, senin lafını bölmemek için söylememiştim. Annem yeni bir mesaj attı, eve geç dönecekmiş biraz. Arkadaşınla zaman geçirebilirsiniz, demiş.”*
Yok bu herifle ne fiziken, ne sosyal, ne düşünsel, ne kültürel olarak başa çıkmak olası değil… Böylece bizim evde beraber yemek yedik. Annemin yaptığı yemekleri de övdü. Evimizin ne kadar güzel olduğunu, mobilyaları kimin seçtiğini sordu… Annemin yaptığı sarmanın yapraklarını nerden aldığını bile sordu.
Annem, Fırat’a hayran kaldı. Konuştukça konuştular. O kadar çok konuştular ki, babam da eve geldi. Annem Fırat’ı babama öyle bir överek tanıştırdı ki, babam hemen *“hangi takımlısın”* diye sordu…
*“Fener tabii amcacım. Zaten bir gün herkes fenerbahçeli olacak.”*
Acaba dedim gerçekten mi fenerli, yoksa bizim daire zilindeki küçük kanarya amblemini mi gördü de yalakalık mı yapıyor? Babam onun fenerliliğinden benim gibi kuşku duymadı. Hemen ayağa kalkıp, Fırat’ı kucakladı. Babam ondan da biraz iri olduğundan, bu devlerin buluşması oldu.
Daha bitmedi. Meğer gecenin bir yarısı, bir de fenerin maçı varmış. Ben “*çarşamba günü ne maçı bu”* dedim. Bu avrupa uefasının bilmem ne sikimi maçıymış. Oturup bir de o maçı izlediler beraber. Mecburen ben de tabi… Bağıra çağıra, Fırat, maçla ve oyuncularla ilgili öyle yorumlar yapıyor ki… Babam da ayağa fırlıyor bağırmaya başlıyor…
Benle olan küskünlüğünü bile unuttu mutluluktan. Bana bakıp, gözüyle Fırat’ı işaret ediyor. Sanırım babam\*, bak adam işte adam,\* demeye getiriyor… Maçı siktirik bir ülkenin adını bile duymadığım götlek takımına karşı fener kazandı.
Babam Fırat giderken, bir de yanaklarından şapırdata şapırdata öptü… *“Her zaman gel delikanlı, burası da senin evin artık”* dedi. Abartsaydın bari, ne fenermiş bu. İşte bizim Fırat’la sike sike *arkadaş* olmamızın hikayesi bu… Ama asıl heyecanlı kısmı devamı tabii…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.