Eşimin Önemli Müşterisi

Eşimle aramız uzun süredir pek iyi değil dersem ilişkimizi olduğundan epeyce iyi göstermiş olurum. Bir aralar bir yerlerde bir metresi olduğundan şüpheleniyordum. En azından bir kez bir başkasıyla geceyi geçirdiğine dair kanıtım var. O zamandan beri de koynuma girdiği gece bir elin parmağını geçmez herhalde. İlk başta hırsımdan sonra azgınlığımdan benim de çok bok yemişliğim var. Ona kızdığım bir gece Ankara’ya kaçıp, bir hafta boyunca o kucaktan bu kucağa gezdim. Sonrasında burada da boş durmadım. Kaç kere aldattın deseniz, sayısız değil elbette ama oturup bir saymam gerekir.Diğer yandan anlamanız gereken, düzenimizin, bir de üstüne halimiz vaktimizin gayet yerinde olduğu. Evde mutsuz değiliz. Ailelerle sürekli görüşürüz. Düzenli olarak çalışmamsa hiç gerekmedi. Ona rağmen evimiz kendimizin. Bir de altımda (pek kullanmasam da) ufak bir araba var, bana çapkınlıklarımda büyük özgürlük veren. O yüzden eşimin işyerinde bir derdi olduğunu duyarsam hep ben de dertlenirim. Bu kez mesele en büyük müşterisi, üstelik eşime işini kaybettirecek kadar… O yüzden ben de yardımcı olmanın yollarını aradım.

Buldum da.

Meğer bu müşterisi işi oğluna bırakmış, oğlu da ters bir adammış, laf dinlemiyor, tedarikçi değiştirmek istiyormuş. Eşim de bu genç adamı ikna edecek bir yol bulamamış. Dışarıda bir yere akşam yemeğine gidiyoruz, iki aile. Adam’ın adı Orhan. Hamile karısı var, tatlı, biraz utangaç. O da benim gibi, tesettürlü. Orhan otuzlarının başında olsa gerek, kirli bir sakalı, arkaya yatırdığı sarı saçlarıyla nasıl da seksi! Bir de kendini tutuşu, kraliyet sanarsın. Babasının işini devralmış, CEO havalarında. Bir ara eşi tuvalete gittiğinde -ki bu epey sık olan bir şeydi- eşimin de telefonu çaldı da bir an başbaşa kalmış gibi olduk. O zaman laf attım ona: Onun gibi bir adam nasıl bu kadar genç evlenirmiş, gibilerinden. Hemen anladı ne olduğunu, sizin için de aynı şey söylenebilir, gibi bir şeyler söyledi. Yüzüm kızardı, safça. Ay, aramızda en az beş sene var, kendinden genç bir kız varmış gibi flörtleşiyor benimle. Neyse ki masaya dönüyor eşlerimiz de nazik sohbete devam ediyoruz.

Sonra kimseye duyurmadan, “Bizim o tarafa yolun düşerse bekleriz,” diyor ayrılırken, “Uğra, bir çayımı iç.”

Ertesi sabah olmasını zor bekledim. Saat 10 dediğinde telefonu elime aldım. İş telefonunu bulmak kolaydı. Neyse ki sekreteri kim olduğumu bile sormadan beni Orhan’a bağladı. Niye, diye düşündüm o zaman. Tanıdık olmayan bir kadın arasa sormaz mısın, kim diyeyim, diye? Acaba çok mu kadın arıyordu ofisini böyle? Alo, dedi. Sesimi duyunca şaşırmadı. Belki de bekliyordu aramamı. Dün akşam yemeğinde niyetimi fazlaca mı belli etmiştim yoksa? Korktum, beni ne sanacak, diye düşündüm. Öte yandan ağzım konuşuyordu işte: “Çay için aradım,” dedim. Duraksamadı. Hazır mıydı cevabı? “İş yerini biliyorsundur, herkesi gönderiyorum şimdi, gelebilirsin.”

Ağzım açık kalmıştı küstahlığına! Ama kaçırmayacaktım fırsatı. Nasıl gittim bilmiyorum: Gözümün önünden acayip görüntüler geçiyordu. Dudaklarının dudaklarımdaki hissi, ince sakalı batarken. Kolları, beni tutan, eli, bacaklarımın arasında… Ofis gerçekten de boştu. Odası ofisin hemen ortasındaydı, kapısı açıktı. Beni gördü ama deri koltuğuna kurulmuş, kalkmadı. “Kapıyı kapat,” dedi. Nasıl bu maço halleri! Bir yandan da sadede geliyor olduğumuza seviniyordum, onu o kadar çok istiyordum.Halimden belliydi herhalde. Kapı kapanır kapanmaz ağır ağır pantolonunun kemerini çözmeye başladı. Yüzüme kedinin fareye baktığı gibi bakıyordu. Önüne gelip dizlerimin üzerine çöktüm. Gülümsedi, sanki doğru bir hareket yapmışım gibi. Pantolonunu açmıştı, şimdi külodunu çekiştiriyordu. Ellerimi kasıklarına koydum, erkekliğine uzanacak gibi hamle yaptım. Durdu. Bunu onaylamamıştı. Anlamadım, yüzüne baktım. Gözlerimin içine bakarak “Ellerin dizlerinin üstünde,” dedi. Vay! İçimde bir şeyler koptu, alt dudağımı şehvetle ısırmış olabilirim. Ellerimi dizlerime koyuvermişim bile. Bana hakim tavırları bunu iyice bir oyuna mı çeviriyordu, acaba? Hani gerçekten bunu rüşvet olarak yapmıyormuşum da, şakacıktanmış, bir fanteziymiş gibi. Yoksa kontrolün benden çıkması, sorumluluğun da bende olmadığı anlamına mı geliyordu? Şimdi erkekliği elindeydi, kalıncaydı, elinde sıvazladıkça uzuyor, sertleşiyordu. İzlerken heyecandan ağzımı aralamışım herhalde, parmağını ağzıma doğru uzattı, gözlerimi kapatıp ağzımı açtım, az sonra sert erkekliğini sarmak için yanan dudaklarımda parmağını gezdirirken inlememek için zor duruyordum. İki parmağını ağzıma sokup dilimin üstünü yokladı. Dudaklarım adeta istemsizce kapandı, hafifçe emdim parmaklarını. O zaman elimi ağzımdan çıkarıverdi ve hızlıca uzanıp türbanımdan kavradı. Kafamı kucağına yatırıp erkekliğini ağzıma sokuverdi. Kafası boğazıma yaslanmış olduğu halde öylece tuttu beni. Ağzım dopdoluydu, soluğum kesilmişti, gözlerim doluyordu. Oksijensizliğe dayanamayıp tam ellerimi dizlerimin üzerinden kaldıracakken nihayet ağzımdan çıktı. Hırlayarak ciğerlerimi doldurdum. Eli hala başımda ya, tekrar daldırdı kendisini, tek seferde. Kafamı öyle tutarken, oh, diye inliyordu. Neden sonra kafamı sertçe geriye çekerek kaldırdı kucağından. Apış arasından yukarı, ona bakıyordum, hala ellerim dizlerimde, nefes nefese. İyice kaykılmış koltuğunda, kelimeleri yaya yaya konuştu: “Kocanın işini kurtarmak için mi siktiriyorsun bana ağzını?” Konuşacak durumda değildim, kafamı salladım. Cevabı alınca sokuverdi ağzıma gene, hem bastırıyor hem inliyordu: “Seni fahişe!” Elbette böyle laflar onurumu kırıyordu ama duyacak durumda değildim ki! Türbanımdan tutup kafamı aşağı yukarı kaldırıp indirmeye başladığında kalın sapının çevresinde dudaklarımı tutmakta zorlanıyordum, damağıma kafasını sertçe tekrar tekrar indirdikçe canım yanıyor, ağzıma dolan salyalar burnumdan bile nefes almamı zorlaştırıyor, nefessizlik başımı döndürüyordu. Ellerimi kaldırmamak için tırnaklarımı neredeyse dizlerime geçirmiştim. Ellerim serbest olsaydı da onu itip kaçmaz, elimi bacak arama atar klitimi mandal gibi kıstırırdım.

Ağzıma ne kadar böyle kötü davrandı bilmiyorum. Az zaman olmadığını söyleyebilirim. Bir süre sonra hareketleri düzensizleşmişti. Artık boşalacağını hissedebiliyordum. Durdu, kendini tutar gibi. “Yutabilir misin?” diye hırladı dişlerinin arasından. Kafamı salladım. Tek yapabileceğim buydu, çünkü hala sapının yarısı ağzımdaydı. Dudaklarım sapında bir iki kez daha yukarı aşağı yürüdü ama fazla bir şeye ihtiyacı kalmamıştı. Hırsla ayağa fırladı, hala ağzımdaydı, iki eli türbanımı kavramış, dudaklarım kasıklarına yapışmış olduğu halde, ağzımda gerile gerile boşalmaya başladı. Yüksek sesle inliyordu: “Aaarh, aarh…” Krema gibi yoğun, yapış yapış spermleri oluk oluk akıyordu, ağzıma doldukça yutkunuyordum, yuttukça yenisi geliyordu, genzime ulaşıyordu… Ellerimi o zaman dizlerimden kaldırdım ve onu iterek kendimi kurtardım. Bir yandan durmadan öksürüyordum. Neyse ki etrafa fışkırtacak kadar kalmamıştı ağzımda, hepsini yutmuştum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir