Türkiyenin En Büyük Hikaye Platformu

Üyeliğinizi tamamlamak için bize ulaşın!

Devlet-i Aliyye: Rüya – Bölüm 1

Gece, İstanbul’un ihtişamlı sarayına çökmüş. II. Selim, altın varaklı yatağında huzursuzca dönüp durmakta. Kandillerin titrek ışıkları, odadaki her ayrıntıyı belli belirsiz aydınlatırken, padişahın alnından süzülen ter damlaları rüyanın ağırlığını yansıtır. Padişahın zihni, rüyanın içinde kaybolur.

Görüntü bulanıklaşır.

Bir üzüm bağında, sabahın ilk ışıklarında genç bir kadın belirir. Teni sanki fildişinden oyulmuş, gözleri denizin en derin mavisi gibidir. Uzun sarı saçları rüzgarda dalgalanır, yüzünde naif bir gülümseme vardır. Kadın çıplak ayaklarıyla üzümleri ezerken, kahkahaları bağların sessizliğini doldurur. Ama o ansızın durur ve doğrudan Selim’e bakar. Bir adım atar ve ardından sisler arasında kaybolur.

Selim birden gözlerini açar. Yüzü ter içinde kalmış, nefesi düzensizdir. Fısıldar:

Selim: “Bu kimdi?..”

Odanın sessizliğinde dışarıdan sabah ezanı duyulur. Padişah hızla doğrulur, zihnindeki görüntüye tutunmaya çalışır. Sabah olur olmaz, en mahir ressamları huzuruna çağırır.

Sarayın büyük salonunda beş ressam diz çökmüş, Selim’in karşısında saygıyla başlarını eğmiş beklemektedir. Ellerinde fırçaları, padişahın vereceği tarife göre çalışmaya hazırdır. Selim, kaşlarını çatar, gözlerini bir noktaya diker ve rüyasında gördüğü kadını betimlemeye başlar.

Selim: “Bembeyaz bir ten… Gözleri deniz kadar mavi… Saçları ipekten yapılmış gibi uzun ve altın sarısı… Masum, zarif, ama bir o kadar da büyüleyici… Şarap yapan bir genç kız. Onu çizin. Kim rüyamdaki kadını en iyi şekilde resmederse, ödüllendirilecek. Ama unutmayın: Bu, yalnızca bir resim değil. Bu bir emir.”

Ressamlar günlerce çalışır. Padişahın karşısına her gün farklı portreler gelir, fakat Selim her birinde bir eksiklik bulur. Hiçbiri onun zihnindeki kadını tam anlamıyla yansıtamaz. Resimlere her baktığında hayal kırıklığı daha da büyür.

Nihayet yirminci gün, genç bir ressam elinde bir portreyle huzura çıkar. Resim o kadar gerçekçidir ki, Selim adeta nefesini tutar. Uzun bir sessizlikten sonra, portreye hayranlıkla bakar.

Selim: “İşte bu o! Bu kadını bulun! Gemiler hazır edilsin, Rusya’dan İspanya’ya, her yere gidin. Onu bana getirin. Kim bu görevi başarıyla tamamlarsa ödüllendirilecek. Aksi kabul edilemez.”

Ege’nin incilerinden Kasos Adası, sabah güneşi altında huzurlu bir tablo gibi durmaktadır. Rüzgar, zeytin ağaçlarının dallarını nazikçe sallarken köy, kahkahalar ve kuş cıvıltılarıyla dolup taşmaktadır. Üzüm bağlarının ortasında Vanessa ve arkadaşları, çıplak ayaklarıyla üzümleri ezmektedir. Vanessa’nın saçları, güneş ışığında parlayan bir altın şelalesi gibi omuzlarına dökülmüş, mavi gözleri ışıl ışıl parlamaktadır.

Vanessa, arkadaşlarına dönerek şakayla karışık bir iddiaya girer.

Vanessa: (gülerek) “Kim daha çok üzüm ezerse, diğerleri ona elbise diksin!”

Elena: (kahkaha atarak) “Ah, Vanessa! Ama seninle yarışmak mümkün mü? Alice seni izlemekten üzümleri ezeceği yeri karıştırıp düşüyor!”

Vanessa’nın yanakları hafifçe kızarır, ama bu ona daha da alımlı bir ifade kazandırır.

Vanessa: “Alice mi? Ah, o sadece bakar. Ama Dimitri geçen gün beni görünce nasıl sendelediğini gördünüz mü? Elindeki zeytinleri neredeyse düşürüyordu!”

Kamera ceviz ağacının altındaki gölgede oturmuş olan ebeveynlere odaklanır

Vanessa’nın babası Kostas, aynı zamanda köyün muhtarı, birkaç metre ötede onlara göz kulak olurken hafif bir tebessümle karısına döner.

Kostas: “Vanessa büyüdü, Merga. O artık bir genç kız. Umarım onun geleceği bizimkinden daha parlak olur.”

Kızlar kahkahalarla birbirlerine şakalar yapar. Güneş, üzüm sularını mor bir parıltıyla aydınlatırken, köyün erkeklerinin dedikoduları bağlarda yankılanır. Ancak neşe dolu bu sahne, kilisenin çanlarından gelen panik dolu bir sesle aniden bölünür.

Çanlar hızla çalmakta, köy halkı korkuyla evlerine koşmaktadır. Uzakta, Osmanlı gemileri ufukta belirmiştir. Büyük ahşap gemiler, sancaklarındaki hilal ve yıldızla adeta gökyüzünden bir mesaj taşımaktadır.

Elena: (endişeyle) “Türkler… Geri döndüler.”

Vanessa, ufukta büyüyen gemilere korkuyla bakarken, halk panikle mallarını ve çocuklarını saklamaya başlar.

Mehmed Ağa, Osmanlı askerleriyle köy meydanına girer. Elindeki sorguçlu kılıcı ve işlemeli kaftanıyla, otoritesini halkın üstünde hissettirir. Sert ve güçlü bir sesle konuşur:

Mehmed Ağa: “Padişahımız bir rüya görmüştür. O rüyanın kızı burada, bu köyde! Kim olduğunu biliyorsanız söyleyin. İş birliği yapan kurtulur, karşı çıkan ise adaletimizi öğrenir!”

Köylüler sessizdir, ama yüzlerindeki korku her şeyi ele verir. Kostas, ileri çıkar ve sakin bir sesle konuşur.

Kostas: “Efendim, köyümüzde herkes dürüst ve çalışkandır. Evinizi arayabilirsiniz. Ama aradığınız kişi burada olmayabilir.”

Askerler, bir bir evleri aramaya başlar. Vanessa, babası tarafından dolaba saklanmıştır. Kostas, kapıda dikilirken askerler evin her köşesini didik didik arar. Ancak kimse Vanessa’yı fark etmez. Tam askerler çıkmak üzereyken, Mehmed Ağa’nın dikkatini dolaptan gelen hafif bir ses çeker.

Dolaba yaklaşır ve kapağını açar. Vanessa, köşeye sinmiş, titremektedir.

Vanessa: (Yunanca) “Lütfen… Beni bırakın…”

Mehmed Ağa, acımasız bir ifadeyle Vanessa’nın kolundan tutar ve onu dışarı çıkarır. Kostas, kızına doğru koşar ama askerler tarafından durdurulur.

Kostas: “Vanessa! Hayır! Onu bırakın! Lütfen, o daha bir çocuk!”

Mehmed Ağa, altın dolu bir kese atar. Kese yere çarptığında altınlar taş zeminde yuvarlanır, sesi neredeyse hançer gibi Kostas’ın kalbine saplanır.

Mehmed Ağa: “Padişahımızın emri. Bu kız, sarayda çok daha iyi bir hayata sahip olacak. Bu da sizin payınız.”

Kostas, altınlara bakmaz. Gözleri yalnızca kızındadır. Çaresizlik içinde yere çökerken gözyaşları yanağından süzülür.

Vanessa, Osmanlı gemisinde sessizce oturur. Gözleri doludur, dudakları titrer. Adası ufukta küçülürken, ailesine bir daha bakamayacağını bilmenin ağırlığı içinde kaybolur. Kamera, Vanessa’nın yanağından süzülen bir damla gözyaşını gösterir.

Bölüm 1 Sonu.

Bir yanıt yazın

İlgili Hikayeler